“İdelerimizin bir bölümü arasında doğal bir karşılıklılık ve bağlantı vardır; bunları özgül varlıklarına dayanan bu birlik ve karşılıklılığa dek izleyerek birarada tutmak usumuzun görevi ve üstünlüğüdür. Bunun dışında, idelerin, tümüyle ‘rastlantı ve alışkanlığa’ bağlı başka bir bağlantısı da vardır. Gerçekte hiç de yakın olmayan ideler, kimi insanların zihinlerinde öylesine birleşmiştir ki bunları ayırmak olanaksızdır; bunlar herzaman yanyanadır ve birinin anlığa gelişiyle birlikte eşi de ortaya çıkar; böyle birleşen idelerin ikiden çok olması durumunda da bu dağılmaz takım her zaman birlikte görünür.” ( Locke, 1996, s. 232-233)
Locke, çağrışımla ilgili bir takım ilkeler ileri sürmektedir. Bununla birlikte bu sürecin nasıl olduğu yolunda da bir açıklama girişiminde bulunmaktadır. Ona göre çağrışımlar deneyim içinde kurulurlar. Adı geçen eserinde Locke şöyle yazıyor:
“İdelerin, doğadan gelmeyen bu güçlü bileşimini zihin ya istenciyle, ya da rastlantıyla kendi yapar; bu yüzden de bu, değişik kimselerde, bunların değişik eğilimlerine, eğitimlerine, ilgilerine vb. göre değişik olur. Görenekler, anlıkta düşünmeye istençte karar verme ve bedende davranış alışkanlıkları yapar; bunlar canlılarda devinen katarlar biçimde yerleşmiş gibidir; bir kez devime geçtiklerinde, alıştıkları hızla, çok çiğnenerek düzelmiş ve üzerinde yürünmesi sanki doğalmış gibi kolaylaşmış bir yoldaki gibi, yürüyüşü sürdürürler. Biz düşünmekteyken, böylece ideler zihnimizde üretilmiş görünür; böyle değilse bile bu, bedenin böyle davranışlarını açıkladığı gibi, idelerin, birkez yola girdikten sonra alışılmış sıraya göre birbirini izlemesini açıklamaya yarayabilir. Bir ezgiye alışmış olan bir çalgıcı bunun bir kez zihninde başlamasının arkasından, onun notalarının, idelerinin, hiçbir özen ve dikkate gerek kalmadan ve düşünceleri başka yerlerde gezinirken, parmaklarının başlamış ezgiyi çaldığı aracın tuşları üzerindeki devimine uygun düzenlilik içinde birbirini izlediğini görecektir. Bu idelerin ve parmakların bu düzenli oyununun doğal nedeninin, onun canlılığının doğal bir etkisi olup olmadığı üzerine, bu örnekte bunun çok olası görünmesine karşın birşey söylemeyeceğim.” (s. 233)
Locke, ayrıca yine çağrışımlardan hareketle, bazı şeylerin kişide benzer duygular uyandırmasını veya bazı şeylerin kişi tarafından sevilememesini günümüzde de geçerli olan bir takım tezlere benzer bir biçimde savunmaktadır. Locke şöyle yazmaktadır;
“İnsanların çoğunda, sanki doğalmış gibi güçlü işlediği ve düzenli etkiler doğurduğu gözlemlenen duygudaşlık ve sevemezliklerin çoğu, belki de haklı olarak buna yüklenebilir ve bunlara böyle denmesinin sebebi budur; oysa bunların başlangıçtaki nedeni çok güçlü bir ilk izlenimin ya da aşırı bir hoşgörü böyle birleştirdiği iki idenin rastlantısal bağlantısıdır; öyle ki sonradan bunlar, sanki bir tek ideymiş gibi, bir kimsenin zihninde herzaman birlikte bulunurlar. Sevemezliklerin hepsinin değil, bir bölümünün böyle olduğunu söylüyorum; çünkü bunlardan bir bölümü gerçekten doğal olup bizim özgün yapımızdan gelir ve bizimle birlikte doğar; fakat doğal sayılanlardan büyük bölümünün dikkatli gözlemlendiklerinde kaynakları anlaşılabilecek olan, belki de erken yaşlarda önem verilmemiş izlenimler ya da sebepsiz kuruntular olduğu görülür.” (s. 233-234)
Locke böylece, düşüncelerin çağrışımının varlığını, temelde doğuştan olmadığını ve diğer psikolojik süreçlerde de etkili olabileceklerini ileri sürüyordu. Bununla birlikte çağrışım üzerine geniş çaplı bir tartışmaya girmiyordu.
Çağrışım düşüncesinin ilerlemesinde Locke’dan sonraki adım George Berkeley’e aittir. Berkeley, çağrışım ilkelerinin açıklanmasına dolaylı olarak giriştiyse de, kendi bu terimi hiç kullanmamıştır (Watson, 1963, s. 183). Gerçekte Berkeley, çağrışıma yalnız karmaşık ideaların açıklanması için ele almıştı. Onun çağrışım ilkesine göre, yalın duyusal idealar, karmaşık ideaları biçimlemek için birleşirler. Yani karmaşık idealar, direkt olarak, yalın elemanlarına ayrılabilirler. Ona göre karmaşık ideaların temeli tek tek duyuların birbirine eşlik etmesidir.
Berkeley’in çağrışım ilkeleri algısal süreçte, çevrenin bilgisinin edinilmesi için aktif durumdadır. Ona göre derinlik algısı retinanın iki boyutlu görüşüne karşın, bizim deneyimlerimizin ve algıladığımız nesneye yaklaşıp uzaklaşmamızın sonucu olarak doğar. Berkeley’e göre bir çağrışım, örneğin derinlik algısının yapımında olduğu gibi, görsel algıyla kimi deneyimlerimiz arasında biçimlenir ( Brennan, 1991,s. 97).
Berkeley uzaklık algısının açıklanmasında da, idealar arasında “alışkısal ya da alışılmış bir bağlantı” olduğunu ileri sürer. Ona göre gözlerin aralarındaki açı vasıtasıyla algılanan duyumla uzaklığın daha büyük ya da küçük olması arasında zorunlu ya da doğal bir bağlantı yoktur, ama bu iki tür idea arasında alışkısal ya da alışılmış bir bağlantı gelişmiştir (Boring, 1950, s. 185).
Berkeley’e göre, duyuların ardıllığı ideaların kendiliğinden çağrışımının temelidir. Ayrıca Berkeley benzerlik, nedensellik ve bir arada oluş vasıtasıyla oluşan çağrışımlar arasında ayrım yapmaktadır (Watson, 1963, s. 183). Böylece Berkeley çağrışımların var olmasını gerektiren üç koşulu, yani Aristoteles’ten sonra, çağrışım ilkelerini de sıralamış oluyordu.
Düşüncelerin çağrışımı üzerinde açık olarak duran ilk isim David Hume’dur. Hume, yalın ideaların karmaşık ideaları biçimlendirmek için, zihin içinde üç çağrışım yasasıyla uyumlu olarak birleştiklerini ileri sürüyordu: benzerlik, zaman veya mekan içinde ardıllık ve neden-sonuç ilişkisi (Hothersall, 1995, s. 65-66).
Hume’a göre, yalın idealar, aralarında kimi bağlantılar, kimi çağrışımsal nitelikler olmadan, tek başlarına karmaşık idealara dönüşemezler.
Hume, çağrışımı bir çekim, ya da idealar arasındaki bir kuvvet olarak görüyordu. Çağrışımsal nitelik onun için bir “hafif kuvvet”tir (gentle force) (Hume, 1964, s. 319;Boring, 1950, s.191; Lowry, 1971,s.28-29). Hume bu teorisiyle bir bakıma, Newton fiziğini, insan zihnine uyguluyor ve maddeler arasındaki ilişkiyi idealar arasında yeniden buluyordu.
Hume, tanımladığı çağrışım ilkeleri içinde, nedenselliğe daha az bir önem atfetmektedir. Ona göre nedensellik, diğer iki çağrışım biçimiyle aynı düzeyde değildir. Nedensellik, benzerlik ve ardıllık ilkelerinin özel birer durumuna indirgenebilir (Watson, 1963, s. 187).
Ayrıca, Hume’a göre çağrışımsal ilkeler zorunlu durumlardan değil, yalnız görgül genellemelerden ibarettir (Jones, 1952, s.768).
Hobbes, Locke, Berkeley ve Hume, her ne kadar çağrışım üzerinde duruyorlardıysa da, çağrışım ilkesi onların felsefesinde yardımcı bir kavramsallaştırma olarak görünmektedir. Aydınlanma sonrasında, çağrışım ilkesinin felsefe alanına bu yeniden girişi, yeniden inceleme konusu yapılması, özellikle Britanya Görgücülüğünün etkisi altındaki Adalı ve Kıtalı felsefecilerin, çağrışım üzerinde daha bir önemle durmasının yolunu açmıştır.
Söz konusu felsefecilerden biri David Hartley’di. Hartley’in teorisiyle birlikte, Britanya Görgücülüğü, Britanya Çağrışımcılığına evrimleşmiştir. Hartley büyük oranda Newton metodolojisini zihin problemine uyguluyordu. Bu anlamda Hume’un temel bakışını kabul ediyordu. Hartley, mekanistik bir materyalizmle, duyumların moleküler sinir titreşimleriyle ortaya çıktığını, çağrışımında benzer bir titreşimin doğrudan sonucu olduğunu ileri sürüyordu (Rosenthal ve Yudin, 1980, s. 199).
Hartley, çağrışımla ilgili tek ilke olarak bir arada oluşu ileri sürüyordu. Bununla birlikte, iki çağrışım biçimi tanımlıyordu. Bunlardan biri olan ardıl çağrışım, duyuların zaman dizisi içindeki ardıllığına, kendiliğinden (ya da eş zamanlı) çağrışım ise, duyuların bir arada ortaya çıkmasına bağlıydı.
Hartley için çağrışım koşulu tekrardı. Duyular, idealar, hareketler veya titreşimler, “yeterli zaman sayısı” ile çağrışımlanabilirlerdi (Hartley, 1973, s.14; Boring, 1950, s.198).
Hartley, özellikle çağdaşı olan Joseph Priestley’in çağrışım düşüncesi üzerinde etkileyici olmuştur. Priestley de kendi çağrışım teorisini, tıpkı Hartley’de olduğu gibi titreşim kavramıyla açıklama yolunu seçmiştir.
Bu dönemde İskoç okulu, Britanya çağrışımcılığı üzerine bir etkinlik kurmuştur. İskoç okulunun önemli bir temsilcisi Thomas Brown, çağrışım yasalarıyla ilgilenmiştir. Brown çağrışım yerine anımsatma (suggestion) terimini kullanır. Ona göre bir idea diğerini anımsatır, ancak aralarında maddesel bir bağlantı sözkonusu değildir. Brown, anımsatmanın üç yasası olarak, benzerlik, zıtlık ve zaman-mekan yakınlığını ileri sürer (Leahey, 1992,s. 125).